Öncelikle not düşmemiz gereken önemli bir olgu şudur: Mezun olan çok az antropoloğun Türkiye’deki 9 antropoloji bölümünden birine “kapağı atma” şansı vardır. Bu bölümlerden birine “araştırma görevlisi” olarak kapağı atan antropoloji mezununu ise ciddi sorunlar beklemektedir.
Türkiye’de bilime, özellikle de sosyal bilimlere ayrılan payın düşüklüğü malum. Zaten küresel ölçekte sosyal bilimlere çokça pay ayrılmadığı biliniyor. Bu eğilimin Türkiye’deki sosyal bilimlere yansıması ise daha trajik. Bu durumda, üniversite sınavlarında en az tercih edilen bölümlerden biri olan antropoloji, üniversite yönetimleri tarafından da bu tercih sıralamasıyla paralel bir ilgi görüyor. Bastırdıkları broşürlerde üniversitedeki bölümleri “hard”, “medium”, “soft” diye ayıranlar ve antropoloji bölümünü “soft” olarak tanımlayarak bu bölüme kayıt olan öğrencileri fazla yormayacaklarının işaretini veren yöneticilerin bu bakış açısı “antropoloji”yi nereye yerleştirdiklerini gösteriyor. Ya da araştırma için izin isteyen öğretim elemanlarına “araştırmanızı üniversitedeki ofisinizde yapın” diyen fizik profesörü dekanın da bu “vaha”daki akademik etkinliklere hangi bakış açısıyla yaklaştığı konusunda bazı ipuçları veriyor. Bu yazıdaki amacımız Türkiye’de antropoloji bölümlerinin yaşadıkları sıkıntılara değinmek değil. Yapmak istediğimiz şey, gözümüzde büyüttüğümüz bu “vaha”ların kimi zaman sadece “serap”tan öteye geçemediği.
Öte yandan antropologları farklı fırsatlar bekliyor. Bir çok alanda “kültürel” olguların analizi, insanları tanımanın öneminin farkına varılıyor. Örneğin, tıp alanında biyomedikal sağlık modeli yavaş yavaş terkedilirken, hastaların “sağlık ve hastalık” tanımlarının, kendi hastalık tecrübelerinin tedavideki önemi anlaşılmaya başlandı. Tıpçılar gün geçtikçe hasta, hastalık, sağlık kültürü konusunda antropologların yardımına daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Ya da büyük ölçekli kalkınma projelerinde, bu projelerin sadece çevre etkisi değil, sosyal etkisi de yavaş yavaş daha çok ön plana çıkmaya başladı. Çok yakında aynı ÇED raporları gibi, büyük projelerin SED (Sosyal Etki Değerlendirme) çalışmaları yapmaları da zorunlu olacak. Şimdiden bazı Batı ülkelerinde bu uygulanmaya başlandı bile.
Dahası, ABD’deki bir eğilim önce
Avrupa’da sonra da Türkiye’de kendini göstermeye başladı. Üreticiler bir ürünü
piyasaya sürmeden önce sadece o ürünün iyi bir reklamının yapılmasının yeterli
olmadığını, yani ürünün pazarlanabilmesi için o ürüne olan talebi yaratmanın
yeterli olmadığını, fakat ürünü yaratmadan önce talebin niteliklerinin
belirlenmesinin gerektiğinin farkına vardılar. Aklı başında olan sanayiciler her
hangi bir ürünü sunmadan, hatta üretmeden önce o ürüne yönelik kültürel algıları
ve tutumları öğrenmek ve piyasaya sürecekleri yeni ürünlerini ona göre
şekillendirmek istiyorlar. Ya da hal-i hazırda piyasaya sürdükleri ürünlerini
kültürel algı ve tutumlara göre yeniden biçimlendiriyorlar. Bu bağlamda, bir
noktaya da dikkat çekmemiz gerekiyor: İnsanların tutum ve davranışlarını
yansıtmayan, sadece insanların kendilerini nasıl görmek istediklerini
yansıtabilen anket çalışmalarından ya da kimi zaman mülakat ve odak grup toplantılarından elde edilen verilerin de “doğruluğu”,
hatta “bilimselliği” tartışılır oldu. Diğer araştırma tekniklerini bir yana
atmadan, fakat katılımcı gözlemi merkeze alan etnografik yöntemlere daha çok
başvurulur oldu.
Peki, bu eğilimin antropologlar için anlamı nedir? Kültürel algıların, tutumların, davranışların, örüntülerin anlaşılmasının daha da önem kazandığı bu eğilim elbette ki yeni mezun antropologların bekaa sorunlarının çözülmesi için çok önemli. İster resmi kurumların olsun, ister şirketlerin olsun, etnografik araştırmalara ihtiyacın arttığı günümüzde antropologlar için de yeni iş alanları çıkıyor. Bu elbette önemli bir şey. Fakat, bir çok antropolog sadece bir iş bulabilmek, mezun olunca sadece para kazanabilmek gibi bir amacı gütseydi, zaten “antropoloji”yi seçmezdi. Şu durumda, başka güdülerle hareket eden antropologlar için etnografik araştırmalara olan ilginin artması, yeni ufuklar açıyor.
Kurumların ya da firmaların etnografik bilgiye olan ihtiyacı arttıkça, antropologlar için alana çıkma imkanları daha da artıyor. Antropologlar için “akademiye kapağı atmak” çekiciliğini kaybettikçe, bu tarz özel araştırmaların etnografik cazibesi bir çok antropoloğu alanla buluşturuyor. Herhangi bir üniversite bünyesinde alan araştırması yapmanın zorlukları bilinir. Araştırmanız için bütçe bulabilmek neredeyse imkansız gibidir. Bir yerlerden mali kaynak yarattığınız zaman ise bu kaynak size hiçbir zaman gerekçesiz verilmez. Sponsorlarınızın istediği konuları araştırabilir, hatta size kadro veren kişiler için ısmarlama tez yazabilmek için alana gidebilirsiniz. Ders ve kağıt yükü de araştırmalara vakit ayırabilmenizi daha da zorlaştırır. Doğruya doğru; yukarıda bahsettiğimiz özel araştırmalar da antropologların araştırma yapmak istedikleri alanları seçmeleri için sınırlayıcıdır. Fakat, ironik bir biçimde ister resmi daireler, isterse özel kuruluşlar için yapılsın, antropologların yaptıkları söz konusu “özel” araştırmaların daha özerk bir işleyişe sahip oldukları gözlemlenmektedir. Bu tarz araştırmaları talep eden resmi görevliler ya da işyeri sahipleri neyi istediklerinin bilincinde olarak, yapılacak araştırmanın bilimsel kriterlere en uygun şekliyle yapılmasını beklemektedirler. Söz konusu kriterlerin en önemlisi, araştırmayı yürüten antropologların, araştırmanın sonucu ne çıkarsa çıksın durumu “anlatmaya” yönelik bilimsel kaygılarını daima göz önünde tutmalarıdır. Bu araştırmalar, şu şekilde tanımlamak gerekirse; sonucu değil, içeriği ve yeri “belirlenmiş” olan araştırmalardır.
Bu tarz araştırmalarda çalışan
antropologların en büyük avantajı ise “ayakkabılarının sürekli çamurlu
oluşu”dur. Yaptıkları işin en keyifli tarafı ise, farklı farklı coğrafyalarda
yürüttükleri araştırmaları birbirleriyle ve akademik birikimleriyle karşılaştırma olasılıklarının sürekli “diri” oluşudur.
Örneğin, on sene önce kırsal demografik gerileme ile ilgili çalışmış olan bir
antropolog, bu çalışmanın gerçeğini, hatta laboratuvar görünümündeki yansımasını
bir Orta Anadolu köyünde görebilmektedir. Bir başka Orta Anadolu kasabasında ise
küçük sermaye birikimi ve “muhafazakarlık” arasındaki ilişkiyi bütün açıklığı
ile anlayabilmektedir. Bir başka araştırmada ise, başka insanların basit bir
hırsızlık olayı olarak tanımladıkları bir olgunun, aynı Orta Afrika’da
yürütüldüğü şekliyle “sessiz ticaret” olabildiğini çözümleyebilmenin keyfini
yaşayabilmektedir. Bir başka araştırmada, bir kalkınma projesinin sosyal etki
araştırmasında ise çok ilginç bir biçimde şimdiye kadar fırsat bulamadığı bir
konu üzerine, “aile yapısı” üzerine derinlemesine bir araştırma yapma imkanı
bulabilmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Burada vurgulamak istediğimiz iki
nokta var: Birincisi, yukarıda değindiğimiz “özel” aralştırmaların
antropologların akademik formasyonlarına yaptığı eşsiz katkıdır. İkincisi ise
başka bir gerçekliğe ışık tutmaktadır. O da, akademik formasyonunu
zenginleştirmeyen antropoloğun bunca keyifli bir alanda çok büyük eksikliklerle
ve sıkıntılarla karşılaşacağıdır. Alan deneyimlerinin akademik formasyonla
bütünleştirilmesi bu anlamda çok büyük önem taşıyor. Bunun için sadece “okumak”
yeterli olmuyor. Okuduğunu, gördüğünü ve bulduğunu bütünleştirecek ve bu
birikimi başka kuşaklara ve aktörlere aktarabilecek “yazma” yeteneğinin de
olması gerekiyor.
Ayağı çamurlu olan bir antropolog yazmasını bilmiyorsa, ayağındaki çamur sadece üstüne başına dikkat etmeyen hırpane bir turistin üzerindeki pisliktir. Bu çamuru akademik formasyona büründürmek ancak ve ancak çok sağlam bir yazma yeteneği ile mümkündür. Bu konuyla ilgili daha sonra başka bir yazı daha hazırlayacağım.
Yrd. Doç. Dr. Özgür Dirim Özkan
Kaynak: http://etnografika.wordpress.com/2011/04/11/antropoloji-okumak-antropolog-olmak/Yazar : Demet Demiray
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder