antropoloji.blogspot.com




antropoloji.blogspot.com üniversite ögrencilerince kurulmus, tamamen bilgi paylasımına yönelik ve hiç bir ticari çıkar saglamaya yönelik olmayan bir blogdur

antropoloji.blogspot.com was founded by university students, and for sharing information completely without any commercial interest to provide a platform




22 Haziran 2012 Cuma

ALTIN DAL - James George Frazer / Bir kitap Tanıyalım


ALTIN DAL 
James George Frazer



Bedenleşmiş Tanrılar

Yeryüzündeki bütün uygarlaşmamış halkların inanç ve uygulamalarından alınmış olan bu örnekler, ister Avrupalı ister başka yerlerden olsun yabanılların, bize bugün o kadar açık gelen doğa üzerindeki gücünün sınırlarını bilemediğini kanıtlamaya yeterli. Her insana, bizim bugün doğaüstü diye adlandıracağımız güçlerin az ya da çok bağışlanmış olduğu var sayılan bir toplumda, tanrılarla insanlar arasında bir ayrımın biraz bulanık olduğu, ya da pek ortaya çıkmadığı açıktır. İnsandan tamamen farklı ve ona üstün, insanın sahip olduğu güçlerle ne derece ne de tür bakımından karşılaştırılamayacak güçler kullanan doğaüstü varlıklar olarak tanrı kavramı, tarihin akışı içersinde çok avaş gelişmiştir. Başlangıçta, doğaüstü şeylere, insandan o kadar da üstün gözüyle bakılmıyordu; çünkü bunlar insan tarafından korkutulabiliyor ve istediğini yapmaya zorlanabiliyordu. Düşüncenin bu aşamasında dünya büyük bir demokrasi olarak görülmektedir; Dünyadaki, doğal ya da doğaüstü bütün varlıkların, oldukça eşit bir dengede bulundukları varsayılmaktadır. Fakat insan, bilgisinin artmasıyla birlikte doğanın uçsuz bucaksız olduğunu, onun yanında kendisinin ne kadar küçük ve zayıf olduğunu açıkça görür. Bununla birlikte, kendi umarsızlığını tanıması, hayalinde bütün evreni dolduran bu doğaüstü varlıkların da güçsüz oldukları gibi bir inancı beraberinde getirmez. Tersine, onların güçlülüğü düşüncesini daha da artırır.
Çünkü sabit ve değişmez yasalara uygun hareket eden bir kişiliksiz güçler sistemi olarak dünya fikri henüz tam olarak sezinlenmemiş ya da belirlenmemiştir kafasında. Bu fikrin bir tohumu vardır kafasında ve yalnızca büyü sanatında değil fakat aynı zamanda günlük yaşamdaki işlerin çoğunda da buna göre davranmaktadır.
Fakat fikir gelişmemiş olarak durmaktadır; içinde yaşadığı dünyayı bilinçli olarak açıklama girişiminde bulunduğu zamanlarda, onu bilinçli istencin ve kişisel gücün bir belirtisi olarak hayal etmektedir kafasında. O zaman, kendisinin o kadar zayıf ve küçük olduğunu hissederken, o dev doğa makinesini kontrol eden varlıkları kim bilir nasıl büyük ve güçlü sanmaktadır! Böylece tanrılarla o eski eşitlik duygusu yavaş yavaş yok olurken, doğanın işleyişi başka bir şeyin yardımı olmadan kendi kaynaklarıyla, yani büyüyle, yönlendirme umudunu da yitirir ve giderek tanrılara bir zamanlar kendileriyle paylaştığını ileri sürdüğü o doğaüstü güçlerin tek kaynağı olarak bakar. Bu nedenle, bilginin ilk gelişmesiyle birlikte, dua ve kurban, dinsel törenlerde önde gelen yerlerini alır; bir zamanlar yasal bir eşit olarak onlar arasında sıraya giren büyü ise, yavaş yavaş arka sıraya itilir ve kötü ruhları çağırma derecesine iner. Şimdi ona, tanrıların alanına, yani zamanda boş ve saygısızca bir saldırı gözüyle bakılmaktadır; böylece, ünleri ve etkileri tanrılarınınkiyle birlikte artan ya da eksilen rahiplerin devamlı direnişiyle karşılaşmaktadır. Bundan dolayı, daha geç bir dönemde dinle boşinan arasında bir ayrım ortaya çıktığında, kurbanın ve duanın, topluluğun dindar ve aydınlanmış kesiminin kaynağı olduğunu, büyününse boşinanları olanların ve bilgisizlerin bir sığınağı olduğunu görüyoruz. Ama daha da sonra, kendi başlarına etkiler olarak temel güçler kavramı, doğa yasasının tanınmasına yol açtığında, kişisel istençten bağımsız, zorunlu ve değişmez bir neden ve etki sürecine doğal olarak bağlı olan büyü, içine düşmüş olduğu karanlıktan ve saygınsız durumdan tekrar ortaya çıkar ve doğadaki nedensel sıralanmaları araştırarak doğrudan bilime giden yolu hazırlar. Simya, kimya bilimine götürür.
İnsan-tanrı ya da tanrısal veya doğaüstü güçlerle donanmış bir insani varlık kavramı, temelde dinler tarihinin daha erken bir dönemine: tanrılara ve insanlara henüz aynı türden varlıklar olarak bakıldığını ve aralarında açılan aşılmaz uçurumla henüz birbirlerinden ayrılmadıkları bir döneme aittir. Bu yüzden, insan şeklinde bedenleşmiş bir tanrı fikri bize garip görünebilirse de, ilk insan için çok irkiltici bir şey değildir: o, insan-tanrıda ya da tanrı-insanda, tam bir inançla kendisinde de olduğunu ileri sürdüğü aynı doğaüstü güçlerin daha yüksek bir derecesinden başka şey görmemektedir. Bu tür bedenleşmiş tanrılar yabanıl toplumda yaygındır. Bedenleşme geçici ya da devamlı olabilir. Geçiciyse, bedenleşme -genellikle esin ya da cin tutma olarak bilinir- kendini doğaüstü bir güç şeklinde olmaktan çok doğaüstü bir bilgi şeklinde gösterir. Diğer bir deyişle, genel belirtileri tansıklardan çok bilicilik ve yalvaçlıktır. Öte yandan, bedenleşme geçici olmakla kalmayıp, kutsal ruh bir insan bedenine yerleşmişse, tanrı-insanın tansıklar göstererek bu özelliğini kanıtlaması beklenir kendisinden. Ancak, düşüncenin bu döneminde, insanların tansıklara doğa yasasını kırma olarak bakmadığını anımsamamız gerekir. Doğa yasasının varlığını kavrayamayan ilkel insan onun bozulması, kırılması diye bir şeyi de kavrayamaz. Ona göre bir tansık, ortak bir gücün alışılmamış, çarpıcı bir belirtisidir.
Geçici bedenleşme ya da esinlenmeye inanış bütün dünyada yaygındır. Bazı kişilerin zaman zaman bir ruh ya da tanrı tarafından ele geçirildiği varsayılır; bu ele geçirilme devam ettiği sürece onların kendi kişilikleri askıdadır, ruhun varlığı, insanın bütün bedeninin çırpınarak titremesi ve sarsılmasıyla, çılgınca hareketler ve delice bakışlarda gösterir kendini: bütün bunlar o insanın kendine değil, onu içine girmiş olan ruha bağlanır; ve bu anormal durumda ağızdan çıkan herşey onun içine yerleşmiş, onun ağzından konuşan tanrının sesi olarak kabul edilir. Mangaia'da, içlerine zaman zaman tanrılar giren rahiplere "tanrı-evleri" ya da kısaca "tanrılar" denirdi. Bunlar, tanrılar gibi kehanetlerde bulunmadan önce sarhoş edici bir içki içer ve böylece yaratılan vecit halinde söylediği çılgınca sözler tanrının sesi olarak kabul edilirdi. Fakat bu tür geçici esinlenme örnekleri dünyanın her tarafında o kadar yaygın, budunbilim kitaplarında o kadar sık rastlanan şeylerdir ki, genel ilkeye ilişkin açıklamaları burada vermek gereksizdir. Bununla birlikte, geçici esinlenme yaratan iki özel tarza göndermede bulunmak yerinde olacaktır, çünkü bunlar belki ötekilerden daha az bilinen ve ilerde başvurma fırsatı bulacağımız şeyler. Bu esinlenme yaratma yollarından biri, kurban edilen şeyin kanını içmektir. Argos'ta, Apollo Diradiotes tapınağında ayda bir kez geceleyin bir kuzu kurban edilirdi; bir iffet kuralına uymak zorunda kalmış bir kadın, kuzunun kanını tadardı, tanrı tarafından böyle esinlenerek kehanetlerde bulunur ya da geleceği haber verirdi. Achaea'daki Aegira'da Yeryüzü rahibesi kehanette bulunmak için mağaraya girmeden önce taze boğa kanı içerdi. Güney Hindistan'da bir şeytan-dansçı "kafası kesilmiş keçinin gırtlağını ağzına tutarak kurbanın kanını içer. Sonra, yeni bir hayat kazanmışçasına zilli çomağını sallamaya, hızlı fakat çılgınca kararsız adımlarla dans etmeye başlar. Birden bire esin bastırır. Ve hiç kuşkusuz, o dik dik bakışlar, o kendinden geçmiş sıçramalar da. At gibi horuldar, gözlerini diker, döner. Şeytan, bedenini esir almıştır artık; konuşma ve hareket gücünü elinde tutuyorsa da, her ikisi yine de şeytanın kontrolü altındadır, kendi bilinçliliği askıdadır... Şeytan-dansçıya şimdi orada var olan bir tanrı gibi tapınılır; her seyirci, hastalığı, gereksinmeleri, orada olmayan akrabalarının sağlığı, arzularının yerine gelmesi için yapılması gereken adakları, kısaca, üstinsanın bilgisinin olabileceği herşey hakkında ona danışır. Kuzey Celebes'te bir Minahassa şenliğinde, domuz öldürüldükten sonra, rahip öfkeyle ona doğru koşar, başını öldürülmüş hayvanın vücuduna gömer ve kanın içer. Sonra sürüklenerek hayvandan zorla ayrılır ve bir iskemle üzerine oturtulur, bunun üzerine o yıl pirinç ürününün nasıl olacağı konusunda kehanetlerine başlar. Hayvanın bedenine ikinci kez koşar ve yine kan içer; ikinci kez zorla iskemlesine oturtulur ve biliciliğini sürdürür. İçinde, kehanet gücü olan bir ruhun olduğuna inanılır. Batı Slavlarının büyük bir dini başkenti olan Rhetra'da rahip, daha iyi kehanette bulunabilmek için kurban edilmiş öküzlerin ve koyunların kanını tadar. Bazı Hindikuş kabileleri arasında bir Dainyal'in ya da bilincinin gerçek denenmesi, başı kesilmiş bir keçinin boynundan kan emmesiyle olur. Geçici esin yaratma tarzlarından burada sayacağım bir başkası, kutsal bir ağacın bir dalı ya da yapraklarıyla yapılanıdır. Hindikuş'ta kutsal sedir ağacının ufak dallarıyla bir ateş yakılır; Dianyal ya da kadın bilici başına bir örtü örterek bedeni titremelere tutulup da duyarsız bir biçimde yere düşünceye kadar ağır, keskin kokuyu ciğerlerine çeker. Az sonra ayağa kalkar ve tiz bir sesle şarkıya başlar, dinleyicileri de ona katılır ve tekrarlar şarkıyı. Apollo bilici kadını da kehanete başlamadan önce kutsal defne dalından yerdi. Rahip ya da bilici kadar kurbanın da çırpınma biçiminde beden hareketleriyle esinlenme belirtileri verişi gözleme değer; eğer hayvan ısrarla hareketsiz kalırsa, onun kurbana uygun olmadığını düşünürler. Yakutlar kötü bir ruha kurban verirlerken, hayvanın böğürmesi, debelenmesi gerekir, bunu, kötü ruhun hayvanın bedenine girdiğinin bir belirtisi olarak kabul ederler. Apollo bilicisi kadın, kurban edilecek hayvanın başına şarap döküldüğünde her bacağı yarı ayrı titremezse kehanette bulunamazdı. Fakat sıradan Yunan kurbanları için kurbanın yalnızca başını sallanması yeterdi; böyle yapması için başından aşağı su dökülürdü. Daha birçok halklar (Tonkinliler, Hindular, Çuvaşlar, vb.) uygun bir kurban için aynı denemeyi kabul etmişlerdir; hayvanın başına su ya da şarap dökerler; eğer hayvan başını sallarsa kurban olarak kabul edilir; sallamazsa kabul edilmez.
Geçici olarak esinlenen kişinin yalnızca kutsal bilgiler değil aynı zamanda, en azından ara sıra, kutsal güç edindiğine inanılır. Kamboçya'da bir salgın belirdiğinde, çeşitli köylerde oturanlar bir araya gelir ve başlarında bir müzik takımı, yerel tanrının geçici bedenleşmesi için seçtiğine inandıkları adamı aramaya çıkarlar. Bulunca, adam tanrının sunağına getirilir, bedenleşme ayini orada yapılır. Adam, kabile arkadaşları için bir tapınma nesnesi olur, köyü bu beladan koruması için ona yalvarılır. Phokis'te Hylae'deki Apollon tasvirinin üstüninsan gücü verdiğine inanılırdı. Onun esinlediği kutsal insanlar, koskoca ağaçları köklerinden söker ve onları sırtlarında en dar geçitlerden geçirirlerdi. Esinlenmiş dervişlerin gösterdiği yiğitlikler de aynı sınıfa girmektedir.
Buraya kadar, doğayı kontrol etme yeteneğinin sınırlarını sezemeyen yabanılın kendisinde ve bütün insanlarda, bizim bugün doğaüstü dememiz gereken bazı güçler hayal ettiğini gördük. Ayrıca, bazı kimselerin, bu genel doğaüstücülükten başka, kutsal bir ruh tarafından geçici olarak esinlendiğinin ve içine girmiş olan tanrının bilgi ve gücünü geçici olarak kullandığının varsayıldığını gördük. Buna benzer inançlardan, bazı kimselerin bir kutsal ruh tarafından devamlı olarak tutulduğu, ya da tarif edilmez bir başka yoldan, tanrılar arasında sayılacak ve dua, kurban gibi saygı belirtilerini kabul edecek derecede yüksek doğaüstü güçlerle donatıldığı kanısına kolayca varılabilir. Bu insan tanrılar bazan yalnızca doğaüstü ya da ruhsal işlevlerle sınırlıdır. Bazan buna ek olarak çok büyük bir politik güç de kullanılır. Bu durumda, tanrı oldukları kadar kraldırlar da, yönetim ise teokrasidir. Her ikisinin örneklerini de vereceğim.
Markiz Adalarında, bütün yaşamları boyunca tanrılaştırılmış bir sınıf insan vardı. elementler (toprak, hava, ateş ve su, çev.) üzerinde doğaüstü bir güçleri olduğuna inanılırdı bunların; bol ürün sağlayabilirler ya da toprağı kıraçlaştırabilirlerdi; hastalık ya da ölüm verebilirlerdi. Bunların gazabından korunmak için insanlar kurban edilirdi. Sayıları çok değildi, her adada en fazla bir iki tane. Gizemli bir yalnızlık içinde yaşarlardı. Güçleri her zaman değil ama bazan kalıtsaldı. Bir misyoner, kişisel gözlemlerine göre bu insan-tanrılardan birini anlatıyor. Tanrı, büyük bir evde bir hücrede yaşayan yaşlı bir erkekti. Evde, bir tür sunak vardı, evin tavan kirişlerinde ve çevresindeki ağaçların üzerinde baş aşağı asılmış insan iskeletleri vardı. hücreye, tanrının hizmetine adanmış kişilerden başka kimse giremezdi; ancak insan kurbanların sunulacağı günlerde sıradan kimseler bu bölgeye girebilirdi. Bu insan tanrı bütün öteki tanrılardan daha fazla kurban alıyordu; çoğu kez evinin önünde kurulmuş bir yüksek yerde oturur ve her defasında iki ya da üç insan kurban isterdi. Her defasında bunlar getirilirdi, çünkü çevreye verdiği korku çok büyüktü. Adanın her tarafından ona başvurulur, her yerden sunular gönderilirdi. Yine Güney Denizi Adaları üzerinde, her adada, tanrıyı temsil eden ya da kişileştiren bir adam olduğu söyleniyor. Bu adamlara tanrı deniyordu, özleri tanrılarınkiyle karışmıştı. İnsan-tanrı bazan kralın kendisi olurdu; ama çoğu kez bir rahip ya da ikinci dereceden bir kabile başkanı olurdu. Raiatea Kralı Tanatoa, baş tapınakta yapılan bir törenle tanrılaştırılmıştı. Bu yüzden, uyruğunun tanrılarından biri olarak krala tapınılır, bilici olarak danışılır ve kendisine sunulan kurbanları ve duaları kabul ederdi. Ayrıksı bir durum değildi bu. Ada kralları usule uygun olarak, tahta çıkışlarında tanrılaştırıldıkları için tanrısal onurlardan yararlanırlardı. Tahiti Kralı göreve başladığında kırmızı ve sarı tüylerden kutsal bir kuşak sarınırdı, "bu onu yeryüzünde en yüce makama getirmekle kalmaz, ayrıca tanrılarla bir düzeye yükseltirdi." Samoa tanrıları genellikle hayvan şeklinde görünürdü, fakat bazan kehanetler bildiren, sunuları (ara sıra insan eti gibi) kabul eden, hastaları iyileştiren, duaları yanıtlayan, vb. insanlarda devamlı olarak bedenleştikleri de olurdu. Fijililerin, özellikle de Somosomo'do oturanlarının eski dinine ilişkin olarak, şunlar anlatılıyor: "göçmüş ruhlar ve tanrılar arasında, hatta tanrılarla yaşayan insanlar arasında belli bir sınır çizgisi olmadığı görülüyor, çünkü rahiplerin ve eski başkanların çoğu kişisel olarak kabul ediliyor, çoğu da kendilerine kutsallık hakkı istiyor. Tuikilakila, 'Ben tanrıyım', derdi; ve buna inanırdı da." Pelew Adalarında, her tanrının bir adamı tutacağına ve onun ağzından konuşabileceğine inanılırdı. Tutma ya geçici ya da kalıcı olabilir; kalıcı ise, seçilen kimseye korong denir. Tanrı seçiminde özgürdür, bunun için de korong'un bu durumu kalıtsal değildir. Bir korong'un ölümünden sonra, tanrı bir süre temsilsiz kalır, sonra birden yeni bir Avatar görünümünde ortaya çıkar. Bu şekilde seçilen kişi, garip davranışlar göstererek tanrının içinde bulunduğu işaretlerini verir; esner, etrafta koşturur ve birtakım anlamsız işler yapar. Halk önce güler ona, ama zamanı gelince kutsal görevi tanınır ve devlette kendisine uygun konumu almaya çağırılır. Bu konum genellikle seçkin bir konumdur ve tüm topluluk üzerinde ona güçlü bir etkinlik sağlar. Adaların bazılarında, tanrı, ülkenin politik yönden tek egemenidir; bundan dolayı, kökeni ne kadar aşağı olursa olsun, yeni bedenleşmesi aynı yüksek rütbeye çıkarılır ve bütün öteki başkanlar üzerinde tanrı ve kral olarak hüküm sürer. Savaş ve salgın hastalık gibi toplu felaket günlerinde Molucca Adalıları dini bir festival düzenlerlerdi. Eğer bundan iyi sonuç alamazlarsa, bir köle satın alıp bir başka festivalde sunak yerine götürürler, belli bir bambu ağacının altında kurulan yüksekçe bir yere otururlardı. Bu ağaç gökleri temsil ederdi ve daha önceki festivallerde tanrının simgesi olarak ululanmış olurdu. Daha önce tanrıya sunulan kurbandan bir parça şimdi köleye verilirdi, o da tanrı adına ve tanrı yerine onu yer ve içerdi. Bundan böyle köleye iyi davranılır, dini festivaller için saklanır ve tanrıyı temsil etmek, onun adına sunular almakta kullanılırdı. Tonkin'de her köy, çoğunlukla köpek, kaplan, kedi ya da yılan gibi bir hayvan şeklindeki koruyucu ruhunu kendisi seçer. Bazan koruyucu kutsal kişi olarak yaşayan kişi seçilir bir defasında bir dilenci, köy halkını onların koruyucu ruhu olduğuna inandırdı; onlar da onurlara boğdular, ellerinden geldiği şekilde ağırladılar. Hindistan'da "her krala, var olan bir tanrının biraz küçüğü gözüyle bakılır." Hint yasa kitabı, Manu daha ileri gidiyor ve diyor ki, "çocuk bir kral bile, bir ölümlüden başka bir şey olmadığı düşüncesiyle küçümsenmemelidir; çünkü insan şeklinde bir tanrıdır o." Orissa'da baş tanrıları olarak İngiltere Kraliçesine tapan bir mezhep olduğu söylenmektedir. Bugüne kadar da Hindistan'da, güçleri ya da cesaretleri ya da kendilerinde varsayılan tansık gücü nedeniyle dikkati çeken yaşayan insanlar kendilerine tanrı diye tapınılma tehlikesi altındadır. Punjaub'ta bir mezhep Nikkal Sen dedikleri bir tanrıya taparlardı. Bu Nikkal Sen, ünlü General Nicholson'dan başkası değildi ve general ne yaptıysa, ne dediyse hayranlarının bu coşkusunu söndüremedi. Onları ne kadar cezalandırdıysa, ona tapınırken duydukları dini korku da o derece artıyordu. Güney Hindistan"'daki Neilgherry Tepeleri'nde yaşayan çoban halk Toda'lar arasında mandra bir tapınaktır, oraya bakan sütçü (pâlâl) ise bir tanrıdır. Toda'ların güneşi selamlayıp selamlamadıkları sorulduğunda bu kutsal sütçülerden biri şöyle bir yanıt verdi: "Bu zavallı insanlar selamlar, ama ben," göğsüne vurarak, "ben, bir tanrıyım! Neden selamlayacakmışım güneşi?" Herkes, hatta kendi babası bile sütçünün önünde yere atar kendini ve hiçbiri onun herhangi bir isteğini reddetmez. Bir başka sütçü dışında hiçbir insani yaratık dokunamaz ona; kendisine danışmaya gelen herkese bir tanrı sesiyle konuşarak kehanetler bildirir.
Iddah Kralı, Nijerya Keşif Kurulundan İngiliz subaylarına şöyle diyordu: "Tanrı beni kendi hayaline göre yarattı; ben Tanrının aynasıyım; ve o beni Kral olarak atadı."
Bazan insan biçimindeki tanrının ölümü üzerine, kutsal ruh bir başka adamın bedenine göç eder. Doğu Afrika'da Kafa Krallığında, halkın puta tapan bölümü Deòce denilen bir ruha tapınır, ona dualar ve kurbanlar sunarlar, bütün önemli durumlarda ona başvururlar. Bu ruh, kralla hemen hemen aynı düzeyde, büyük servete ve etkiye sahip bir kişi olan büyük büyücünün ya da papanın bedeninde görünür, kral geçici gücünü kullanırken o ilahi gücü kullanır. Bir ara, krallığa bir Hıristiyan misyonerinin gelmesinden kısa bir süre önce bu Afrikalı papaz öldü; misyonerin, ölmüş papanın yerini alabileceği korkusuyla rahipler Deòce'nin krala geçtiğini, bundan böyle ilahi ve geçici gücü kendinde birleştirerek onun tanrı ve kral olarak egemenlik süreceğini ilân ettiler. Bir Laos köyünde işçiler tuzla havuzda çalışmaya başlamadan önce yerel bir tanrıya adakta bulunur. Bu tanrı bir kadında bedenleşmiştir, öldüğünde bir başka kadının bedenine göç eder. Bhotan'da devletin tinsel başı Dhurma Raja diye adlandırılan bir kişidir, tanrıların devamlı kendisinde bedenleştiği varsayılır. Onun ölümünde, yeni bedenleşmiş tanrı kendini annesinin sütünü emmeyip bir ineğin sütünü yeğleyen bir çocuk olarak gösterir. Budist Tatarlar, en önemli manastırların başında bulunan Yüce Lama'lar olarak görev yapan çok sayıda Buda'ya inanırlar. Bu Yüce Lamalardan biri ölünce çömezleri yas tutmazlar, çünkü bilirler ki o bir çocuk biçiminde yeniden doğmuş olarak çok geçmeden yeniden görünecektir. Meraklandıkları tek şey onun doğacağı yeri bulmaktır. Tam o sırada bir gökkuşağı görürlerse, bunu ölmüş olan Lama'nın kendilerine gönderdiği, doğacağı yeri gösterecek bir işaret olarak alırlar. Bazan kutsal çocuğun kendisi açıklar kimliğini. "Ben Yüce Lama'yım" der, "Filan tapınağın yaşayan Buda'sı. Beni eski manastırıma götürün. Ben orada ölümsüz başıyım." Buda'nın doğum yeri hangi yolla kendini gösterirse göstersin, ister Buda'nın kendi sözleriyle isterse gökte bir işaretle, çadırlar sökülür, çoğu kez başlarında kralın ya da krallık ailesinin en önemli kişilerinden birinin bulunduğu bir hacı grubu çocuk tanrıyı bulmak ve yurduna getirmek üzere neşe içinde yola koyulur. Genellikle kutsal toprak Tibet'te doğar, kervan ona ulaşmak için çoğu kez en korkunç çölleri aşmak zorundadır. En sonunda çocuğu bulduklarında kendilerini yere atar ve tapınırlar ona. Bununla birlikte, Onun, kendi aradıkları Yüce Lama olduğunu tanımadan önce, kimliği hakkında inandırıcı kanıtlar vermek zorundadır onlara. Başı olduğunu ileri sürdüğü manastırın adı, oradan ne kadar uzakta olduğu, içinde kaç keşişin yaşadığı sorulur; aynı zamanda ölmüş olan Lama'nın alışkanlıklarını, nasıl öldüğünü anlatmak zorundadır. Ondan sonra, önüne dua kitapları, çaydanlıklar, çay bardakları gibi eşyalar konur ve önceki yaşamında kullanmış olduğu şeyleri göstermesi istenir. Eğer hiç hatasız yaparsa bunu, savı kabul edilir ve zafer törenleri içinde manastıra götürülür. Bütün Lamaların başında, Tibet'in Roma'sı sayılan Lhasa Dalai Lama bulunur. Ona yaşayan tanrı gözüyle bakılır, ölüm halinde onun kutsal ve ölümsüz ruhu yine bir çocukta ortaya çıkar. Bazı anlatılara göre, Dalai Lama'nın bulunuş ve tanınış biçimi, biraz önce anlatılan, sıradan bir yüce Lama'nın bulunuş yöntemine benzer. Bazı açıklamalarda, bir kur'ayla seçimden söz ediliyor. Dalai Lama nerede doğmuşsa, bitkilerin ve ağaçların yeşerdiği, yaprak verdiği söylenir; onun söylemesi üzerine çiçekler açar, pınarlar ortaya çıkar; ve onun varlığı kutsal nimetler saçar etrafa. Sarayı her şeye hakim bir yüksekliktedir; yaldızlı kubbeleri millerce uzaktan güneş ışığında parıldar.
Sıcak, rutubetli vadilerden Kolombiya Andlarının yüksek düzlüklerine çıkan İspanyol fatihleri, aşağıda sıcak cangıllarda bıraktıkları yabanıl sürülerin aksine, oldukça ileri bir uygarlık düzeyinde, tarım yapan ve Humboldt'un Tibet ve Japonya teokrasilerine benzettiği bir hükümetin yönetiminde yaşayan bir halk bulunca şaşırdılar. Bunlar, başkentleri Bogota'da ve Tunja'da iki krallığa bölünmüş, fakat Sogamozo ya da Iraca yüce piskoposluğuna kutsal bağlılıkla birleşmiş Chibcha'lar, Muysca'lar ya da Mozca'lar idi. Bu ruhani yönetici, uzun ve çileli bir adaylık döneminden sonra, öyle bir kutsallık kazanmış sayılırdı ki, sular ve yağmur ona boyun eğerdi, hava koşulları onun arzusuna bağlıydı. Hava koşullarına hükmeden krallar Afrika'da yaygındır. Orta Afrika Waganda'ları, bazan bir erkek ya da kadının bedeninde mesken tutan bir Nyanza Gölü tanrısına inanırlar. Bu bedenleşmiş tanrıdan, kral ve kabile başkanları da içinde bütün halk çok korkar. Bir bilici gibi ona danışılır; bir tek sözüyle bir hastalığı bulaştırabilir ya da iyileştirebilir, yağmuru durdurabilir, kıtlığa neden olabilir. Düşüncesi sorulduğunda büyük hediyeler sunulur ona. Çoğu kez, hava koşullarını kralın kontrol ettiği varsayılır. Loango kralı, halkı tarafından "bir tanrıymış gibi yüce tutulur; ve tanrı anlamına gelen Sambee ve Pango adıyla çağrılır. Canı istediği zaman kendilerine yağmur gönderebileceğine inanırlar; ve yılda bir kez, Aralık ayında, ki yağmur istedikleri bir zamandır bu, halk yağmur başlaması için gelip ona başvurur." O zaman, tahtında ayakta duran kral gökyüzüne, yağmur getireceği varsayılan bir ok fırlatır. Mombaza kralı için de buna çok benzer şeyler anlatılıyor. Doğu Afrika'da Oiteva Kralı, tanrılar arasında sıralanır; "gerçekten de, Caffre'lar kendi monarklarından başka tanrı tanımazlar ve öteki kabilelerin göklere yöneltmeyi yeğledikleri dualarını onlar krallarına ederler... Dolayısıyla bu talihsiz varlıklar, krallarının bir tanrı olduğu inancı içinde, gereksinmeleri olan şeyi daha kolaylıkla elde etmek için ellerindekini avuçlarındakini tüketirler, hediye diye perişan olurlar. Böylece, bitkin bir halde onun ayaklarına kapanır, hava uzun süre kurak gitmişse, tanrılara aracılık edip yağmur göndermelerini, gereğinden fazla yağmur düşmüşse, güzel havalar vermelerini sağlaması için yalvarırlar ona; böylece, rüzgâr, fırtına ve buna benzer her durumda ya hoşnutsuzluklarını belli ederler ya da yalvarırlar." Yukarı Zambesi'de bir kabile olan Barotse'ler arasında, "kabile başkanının bir yarı tanrı olduğuna ilişkin bir inanç vardı ve şiddetli fırtınalarda Barotse'ler yıldırımdan korunmak için kabile başkanının bahçesine yığılırlar. Onların başkanın önünde diz çöküp göklerdeki su depolarını açmasını ve bahçelerine yağmur göndermesini yalvarırken görmek büyük acı verdi bana... Kralın hizmetkârları, Tanrı'nın (yani kral'ın) hizmetkârları oldukları için yenilmez olduklarını ileri sürer" Yeni Gine'de Mowat Başkanının ürünün yetişmesini iyi ya da kötü yönde etkileme gücüne, dugong'ları ve kaplumbağaları dört bir taraftan oraya gelip kendilerini yakalatmaya kandırma gücüne sahip olduğuna inanılır.
Madagaskar Antaymour'ları arasında kral ürünün yetişmesinden ve halkın başına gelecek her türlü kötülükten sorumludur. Birçok yerde, yağmur yağmazsa ya da ürün iyi yetişmezse kral cezalandırılır. Böylece, Batı Afrika'nın bazı bölgelerinde, krala edilen dualar, verilen hediyeler yağmur yağdıramayınca, kabile adamları onu iplerle bağlar ve zorla atalarının mezarına götürürler, gereksindikleri yağmuru oradan elde edebilir diye belki. İskitlerde de yiyecek kıt olduğunda krallarını bağlama gibi bir töre var gibi görünüyor. Batı Afrika'da Banjar'lar, krallarında yağmur ya da güzel hava yaratma gücü varsayarlar. Havalar iyi gittiği sürece onu tahıl ve sığır hediyelerine boğarlar. Fakat uzun kuraklık ya da yağmur ürünü bozma tehlikesi gösterince, hava koşulları değişinceye kadar onu aşağılarlar, döverler. Loango halkı, hasat başarısızsa ya da kıyıda balığa çıkılamayacak kadar dalga varsa, krallarını "kötü yüreklilik"le suçlar, azlederler. Pepper Coast'ta, yüce rahip ya da Bodio topluluğun sağlığından, toprağın bereketinden ve ırmaklarla denizlerdeki balığın bolluğundan sorumludur; ülke bu konularda herhangi bir sıkıntıya düşerse Bodio görevinden alınır. Burgundi'liler de ürün kötü olduğunda krallarını azlederlerdi. Bazı halklar daha da ileri gider ve kıtlık zamanlarında krallarını öldürürlerdi. İsveç Kralı Domalde zamanında, yıllarca süren şiddetli bir kıtlık olmuştu, ne hayvan ne de insan kanıyla durdurulamıyordu. Bu yüzden Upsala'da büyük bir halk meclisi toplandı, kabile başkanları bu kıtlığın nedeninin Kral Domalde olduğuna ve mevsimlerin düzelebilmesi için onun kurban edilmesi gerektiğine karar verdiler. Böylece, onu öldürdüler ve kanını tanrıların altarlarına sürdüler. Yine, bize anlattığına göre, İsveçliler iyi ya da kötü ürün alınmasının nedenini krallarına bağlarlardı. Bu yüzden, Kral Olaf'ın egemenliğinde, kötü günler ve kıtlık olmuştu, halk ise hatanın kralda olduğunu, çünkü kurbanlarında pintilik ettiğini düşünüyordu. Bu yüzden, bir ordu toplayarak kralın üzerine yürüdüler, sarayını kuşattılar ve sarayın içinde yaktılar onu, "iyi ürün elde etmek için Odin'e kurban vermişlerdi onu." 1814'te Chukch'ların ren geyikleri arasında bir salgın hastalık ortaya çıkınca, Şamanlar sevgili başkanları Koch'un kızgın tanrılara kurban verilmesi gerektiğini açıkladılar; bunun üzerine başkanın oğlu bir kamayla babasını öldürdü. Güney Pasifik'te Niue mercan adasında ya da Vahşi Ada'da bir krallar hanedanı egemenlik sürüyordu. Fakat krallar aynı zamanda rahip oldukları ve yiyeceklerin gelişmesini sağlamaktan sorumlu oldukları için, kıtlık zamanlarında halk onlara kızmış ve öldürmüştü hepsini; sonunda bir biri ardından krallar öldürülüp de ortada kral diye bir şey kalmayınca monarşi de son bulmuştu. Bu örneklerde olduğu gibi kutsal krallar gibi, eski Mısır'da kutsal hayvanlar sorumluydu doğanın gidişinden. Bir ülkede salgın hastalık ya da başka türden felaketler başladığında, uzun süren ciddi bir kıtlık sonucunda, rahipler kutsal hayvanları geceleyin gizlice yerlerinden alırlar, tehdit ederlerdi, fakat kötülük yine de ürerse hayvanları keserlerdi.
Yabanıl toplumlarda kralların içinde bulunduğu dinsel konumun bu araştırmasından, Mısır, Meksika ve Peru gibi büyük tarihsel imparatorlukların monarklarının kutsal ve doğaüstü güçlere sahip oldukları savının, temelsiz bir kendini beğenmişlik sonucu ya da boş bir yaltaklanma ifadesi olmadığını çıkarsayabiliriz; eskiden beri gelen yaşayan kralların tanrılaştırılması yabanıl töresinin bir devamı ve uzantısıydı yalnızca. Örneğin, Peru İnka'ları, Güneşin çocukları olarak tanrı saygınlığı görürlerdi; yanlış bir şey yapmazlardı onlar, hiç kimse, monarkın ya da krallık soyundan gelen herhangi bir kimsenin kişiliğine, onuruna ya da mülkiyetine saygısızlıkta bulunmayı aklından geçirmezdi. Yine bundan dolayı İnkalar, çoğu kimse gibi, hastalığa bir kötülük gözüyle bakardı. Bunun, babaları Güneş'in oğluna gelip göklerde kendisiyle birlikte dinlenmesini bildirmek için gönderdiği bir haberci olduğunu düşünürlerdi. Bu yüzden de, İnka'nın, yaklaşan sonunu bildirdiği alışılmış sözler şunlar olurdu: "Babam beni dinlenmem için yanına çağırıyor." İyileşmek için kurban sunarak babalarının isteğine karşı gelmezler, açıkça onun kendilerini yanın çağırdığını bildirirlerdi. Meksika kralları göreve başlarken, güneşin parlamasını, bulutların yağmur vermesini, nehirlerin akmasını ve toprağın bol ürün vermesini sağlayacaklarına değgin yemin ederlerdi. Çin töresine göre imparator, şiddetli kuraklıktan sorumlu sayılırdı, Peking Gazette'in sayfalarında bu konuda yayımlanmış birçok kendini suçlama fermanlarına rastlanabilir. Fakat Çin İmparatoru, bir tanrıdan çok bir yüce rahip olarak taşır bu suçlamayı; çünkü aşırı durumlarda göklere kişisel olarak dualar etmek, kurbanlar sunmakla kötülüğe bir çare bulmaya çalışır. Arsakes hanedanından Part monarkları kendilerini güneşin ve ayın erkek kardeşleri olarak adlandırırlar, kendilerine tanrı olarak tapınılırdı. Bir kavgada Arsakes ailesinden herhangi bir kimseye vurmak kutsal şeylere saygısızlık olarak kabul edilirdi. Mısır kralları yaşamları süresince tanrılaştırılırlardı, onlara özel tapınaklarda, özel rahiplerce yönetilen ayinlerde tapınılırdı. Gerçekten de bazan krala tapınmanın, tanrılara tapınmayı gölgede bıraktığı bile olurdu. Örneğin, Merenra saltanatında yüksek bir görevli, kralın ölümsüz Merenra'nın ruhu, "bütün öteki tanrılardan daha çok" dua alsın diye birçok kutsal yer inşa ettirmiş olduğunu açıklamıştır. Mısır Kralı, ürünlerde herhangi bir başarısızlık suçunu kutsal hayvanlarla paylaşır görünmektedir. Kendisine şu adlarla seslenilirdi, "Göklerin Sahibi, yeryüzünün, güneşin ve tüm dünyadaki yaşamın sahibi, zamanın sahibi, güneşin seyrinin ölçücüsü, insanlar için refah tanrısı, hasatın yaratıcısı, ölümlülerin yaratıcısı ve yapıcısı, bütün insanlara ruh veren, bütün insanlara hayat veren, göklerin tutucusu, yeryüzünün eşiği, her iki dünyanın dengesini tutucu, zengin hediyelerin sahibi, ürünün büyütücüsü, vb. Fakat bekleneceği gibi, krala bu şekilde verilen abartılı güçler, türünden çok derecesi yönünden her Mısırlının kendisi için ileri sürdüğü güçlerden farklıydı. Tiele'nin gözlemlerine göre, "her iyi insan ölünce Osiris olduğu, tehlike ya da gereksinim halinde herkes büyülü tümceler kullanarak bir tanrı biçimine girdiği için, kralın nasıl olup da yalnızca ölümden sonra değil de daha yaşarken tanrılarla aynı düzeye konulduğu oldukça anlaşılır bir şeydir.
Böylece, öyle görünüyor ki, Nemi'de Ormanlar Kralı, Roma'da Kurban Kral, Atina'daysa Kral Arkhon gibi karşımıza çıkan bir krallık unvanıyla uyuşan aynı kutsal işlevler birliği, klasik eski çağların sınırları dışında da sık sık ortaya çıkmaktadır ve barbarlıktan uygarlığa toplumların bütün aşamalarında ortak bir özelliktir. Ayrıca, krallık rahibinin adca olduğu kadar gerçekte de çoğu kez bir kral olduğu ve rahip asasını taşıdığı görülmektedir. Bütün bunlar, eski Yunan ve İtalya devletlerindeki ister yalnızca kral ister rahip kral unvanlarının kökenlerindeki geleneği doğrulamaktadır. En azından, Greko-İtalyan geleneğinde izleri kalmış, tinsel ve geçici gücün birleşiminin birçok yerde gerçekten var olduğunu göstererek, geleneğe bağlanabilecek herhangi bir olasılık kuşkusunu ortadan kaldırmış bulunuyoruz. Bu nedenle, şimdi haklı olarak sorabiliriz: Ormanın Kralı, olası bir geleneğin Roma'nın Kurban Kralına ve Atina'nı Arkhon Kralına verdiği buna benzer bir kökene sahip olmuş olamaz mı? Diğer bir deyişle, Ormanın Kralının kendinden önce görev başında bulunmuş olan öncelleri, bir krallar soyu olamaz mı; cumhuriyetçi bir devrim onların politik güçlerini ellerinden alıp, onlara yalnızca dinsel işlevlerini ve bir tacın gölgesini bırakmış olamaz mı? Bu soruyu olumsuz olarak yanıtlamak için en azından iki neden var. Bir neden Nemi rahibinin oturduğu yerden, ötekiyse onun unvanından: Ormanın Kralı, gelmektedir. Eğer onun öncelleri doğal anlamıyla kral olmuş olsalardı, onu mutlaka, Roma ve Atina'nın düşük kralları gibi, krallık asasının intikal ettiği kentte yaşıyor bulacaktık. Bu kentse, daha yakın bir başkası olmadığı için, Aricia olması gerekirdi. Ama daha önce de gördüğümüz gibi Aricia, onun göl kıyısındaki orman tapınağından üç mil uzaktadır. Eğer, kentte değil de ormanda saltanat sürdüyse, yine, unvanı olan Ormanın Kralı, onun sözcüğün genel anlamında bir kral olduğunu varsaymamıza pek izin vermeyecektir. Daha çok, doğanın, doğanın özel bir yöresinin, yani ormanın kralıydı o, unvanını da oradan alıyordu. Doğa bölümlerinin kralları diyebileceğimiz, yani doğanın belli öğeleri ya da yanları üzerinde egemen olduğu varsayılan kişi örnekleri bulabilseydik, bunlar, doğa üzerindeki kontrolleri özel olmaktan çok genel olan, bundan önce gördüğümüz kutsal krallardan çok Ormanın Kralına daha yakın bir örnekseme verebilirdi bize. Bu tür bölümsel krallık örnekleri pek eksik değildir.
Yağmur ve Fırtına Kralı Namvulu Vumu, Bomma'da (Kongo'nun ağzı) bir tepe zerinde oturur. Söylendiğine göre, Yukarı Nil üzerindeki kabilelerden bazılarının bilinen anlamda kralları yoktur; onların böyle kabul ettikleri kişiler yalnızca, Yağmur Kralları Mata Kodou'dur: bunların uygun zamanda, yani yağmur mevsiminde yağmur getirme gücüne sahip oldukları varsayılır. Mart sonunda yağmurlar yağmaya başlamadan önce, ülke kavruk, çıplak bir çöldür; halkın başlıca varlığını oluşturan sığırlarsa otsuzluktan kırılmaktadır. Bu yüzden, mart ayının sonu yaklaşırken, her aile sahibi Yağmur Kralına başvurur, kısa zaman içinde yağmur yağdırsın diye bir inek sunar. Eğer yağmur yağmazsa, halk toplanır ve kralın kendilerine yağmur vermesini ister; gökyüzü yine bulutsuz giderse, fırtınaları içinde sakladığına inandıkları karnını yaralar onun. Bari kabilesi içinde, bu yağmur Krallarından biri, toprağa bir el çanı üzerinden sular serperek yağmur yağdırırdı.
Habeşistan'ın dış bölgelerindeki kabileler arasında buna benzer bir görev bir gözlemci tarafından şöyle anlatılıyor: "Barea'lıların ve Kunama'lıların verdiği adla, Alfai rahipliği ilginç bir rahiplik; yağmur yağdırabileceğine inanılır onun. Bu görev daha önce Alged'ler arasında da vardı, Nuba zencileri arasında hâlâ yaygın görünüyor. Kuzey Kunama'lıların da başvurduğu Bareas Alfai'si, Tembadere yakınında bir dağda ailesiyle yalnız başına yaşar. Halk giyecek ve meyve şeklinde hediyeler getirir ve büyük bir tarlayı onun adına eker biçer. Bir tür kraldır o, görevi kalıt yoluyla erkek kardeşine ya da kız kardeşinin oğluna geçer. Onun yağmur çağırabileceği ve çekirgeleri yöreden kovabileceği varsayılır. Ama halkın bekleyişlerini boşa çıkarır ve ülkede bir kuraklık baş gösterirse, Alfai ölünceye kadar taşlanır, ona ilk taşı atmaya zorlanan da en yakın akrabasıdır. Biz ülkeden geçerken, Alfai görevini hâlâ yaşlı bir adam yürütüyordu; ama duydum ki, yağmur yağdırmak onun için çok tehlikeli olmaya başlamıştı, bunun üzerine o da görevinden ayrıldı.
Kamboçya ormanlarında, Ateş Kralı ve Su Kralı diye bilinen gizemli iki kral yaşar. Ünleri büyük Çin Hindi yarımadasının güneyinde yaygındır; fakat Batıya doğru gidince bu ün çok zayıflar. Bilindiği kadarıyla onları bugüne kadar hiçbir Avrupalı görmemiştir; birkaç yıl öncesine kadar, onlarla yıldan yıla hediye alışverişi yapan Kamboçya Kralı ile aralarında düzenli iletişim olmamış olsaydı, onların birer masal yaratığı oldukları söylenebilirdi. Kamboçyalıların gönderdiği hediyeler hedefine ulaşıncaya kadar kabileden kabileye iletiliyordu; çünkü hiçbir Kamboçyalı o uzun ve tehlikeli yolculuğu göze alamıyordu. Ateş Kralı ile Su Kralının aralarında yaşadığı kabile Chréais ya da Jaray kabilesidir: Avrupalı yüz hatları taşıyan, yalnız daha soluk benizli olan bu ırk, Kamboçya'yı Amman'dan ayıran ormanlarla kaplı dağlarda ve yüksek bir düzlükte yaşar. Bunların krallık işlevleri tamamen gizemli ve tinsel bir düzeydedir; politik yetkeleri yoktur; alınlarının teriyle, bir de inananların sunularıyla yaşayan basit köylülerdir onlar. Bir öyküye göre, mutlak bir yalnızlık içinde yaşarlar, birbirleri dışında bir tek insan yüzü görmezler. Her yıl sırasıyla birinden diğerine geçerek, yedi tepenin üzerine tünemiş yedi kulede yaşarlar. Halk gizlice onlara yaklaşır ve varlıklarını sürdürmeleri için gerekli şeyleri ellerinin uzanacağı bir yere atar. Krallık yedi yıl sürer, birbiri ardından yedi kulede oturulması için gerekli zamandır bu; fakat birçoğu süreleri dolmadan ölür. Bu görevler bir ya da (başkalarına göre) iki krallık ailesi kalıtsal olarak sürer: bu ailelere büyük saygı duyulur, kendilerine ayrılmış gelirleri vardır ve toprağı ekip biçme zorunluluğundan bağışıktırlar. Fakat doğallıkla bu saygınlık pek özlenen bir şey değildir, görevde bir boşalma olunca, seçilmeye elverişli bütün erkekler (güçlü ve çoluk çocuk sahibi olmaları gerekir bunların) kaçıp bir yere gizlenirler. Kalıtsal adayların krallık tacını giymede gönülsüzlüğünü kabul eden bir başka öykü de, onların yedi kuledeki çileli münzevi yaşamını onaylamıyor. Çünkü bu öyküde halk, bu gizemli krallar ne zaman ortaya çıksa onların ayaklarına kapanmış olarak gösteriliyor; bu saygı belirtisi gösterilmezse korkunç bir kasırganın ülke üzerinde patlayacağına inanılıyor.
Aynı raporda, bu ikisinin en önemlisi olan ve doğaüstü güçleri tartışma konusu edilmeyen Ateş Kralı'nın evlenmelerde, şenliklerde ve kurban törenlerinde Yan'ın onuruna başkanlık ettiği söyleniyor. Bu gibi durumlarda ona özel bir yer ayrılır; üzerinden geçeceği yol üzerine beyaz pamuklu kumaşlar serilir. Krallık onurunun aynı aileye verilmesinin bir nedeni, bu ailenin bazı tılsımları elinde bulundurmasıdır, bunlar aile dışına çıkacak olsalar güçlerini yitirir ya da tümden kaybolurdu. Bu tılsımlar üçtür: yüzyıllarca önce toplanmış oldukları halde hâlâ taze ve yeşil olan Cui adlı bir sarmaşığın meyvesi; yine çok eski fakat hâlâ kurumamış olan bir hint kamışı; son olarak da, içinde onu devamlı olarak koruyan ve onunla tansıklar yaratan bir Yan'ın ya da ruhun bulunduğu bir kılıç. Bu şaşırtıcı tipten tılsımlara, yağmur yağdırması için sığınırlar, domuzlar, kümes hayvanları ve ördekler sunulur kurban olarak. Pamuk ve ipek içinde sarılı olarak saklanır: Kamboçya Kralının her yıl gönderdiği hediyeler arasında bu kutsal kılıcı sarıp sarmalamak için pahalı kumaşlar da bulunur.
Buna karşılık olarak Ateş ve Su Kralları ona balmumundan yapılmış koca bir mum ve iki su kabağı gönderirdi. Biri pirinçle, öteki susamla dolu. Mumun üzerinde Ateş Kralının orta parmağının izi bulunurdu. Mumun, içinde ateşin tohumunu taşıdığı düşünülüyordu belki de, böylelikle Kamboçya Monarkı, Ateş kralının kendisinden taze ateş tohumu almış oluyordu. Kutsal mum kutsal kullanımlar için saklanırdı. Kamboçya başkentine getirildiğinde Brahmanlara teslim edilir, onlar da bunu krallığın tören araç gereçlerinin bulunduğu yerde saklar, ondan kutsal günlerde altarlarda yakılacak küçük adak mumları yaparlardı. Mum, Ateş Kralının özel bir hediyesi olduğuna göre, pirincin ve susamın da Su Kralının özel bir hediyesi olduğunu çıkarsayabiliriz. Hiç kuşkusuz, bu sonuncu kral suyun olduğu kadar yağmurun da kralıydı, yeryüzünün bu yemişleriyse onun insanlara bağışladığı nimetlerdi. Salgın hastalık, sel ve savaş gibi felaket zamanlarında, bu kutsal pirinç ve susamın birazı, "kötü ruhların gazabını yatıştırmak için" toprağa saçılırdı.
ALTIN DAL
James George Frazer
Çeviren: Mehmet H. Doğan
Payel Yayınları
1. Baskı, Aralık 1991, Sf. 33-57


Hiç yorum yok: